Yazar: Burhanettin Dağ
Allah’ın adıyla
Mezhepler ve ekoller hakkında bir tanım yapıldığı zaman, ilmi hareket edilmeli, ilmi gerçekçilik siyasi, sosyal veya kültürel mülahazalara ve maksatlara feda edilmemeli ve bu bağlamda objektiv olunmalı ve subjektiv yaklaşımlardan şiddetle kaçınmak gerek. Biz bir mektep veya mezhep hakkında bir tanım ve yorum yaptığımızda mezhebin tarihi gelişim seyri ile temel itikadi, kelami ve ameli ilke ve prensiplerini esas alarak hareket etmeliyiz. Aksi takdirde ilmilikten uzaklaşmış ve konuya bağımsız bir yaklaşım sergilemiş olamayız.
Yaşadığımız bu asırda, ilim alanında çok büyük illerlemeler kaydedilmiştir, çağ ilim çağıdır. Ancak gerek dini ve gerekse bilimsel ilerlemeler maalesef siyasilerin esaretinden kurtulmamıştır. Asrımız bir açıdan da ilmin esareti asrıdır. Bilim adamlarının buluş ve keşfiyatları sayesinde bu kadar kıyımlar yapılmakta ve tabiat tahrib edilmektedir. Tabiki bilim adamlarının istekleri doğrultusunda ve siyasilerin baskısından uzak olarak ilmi kazanımlardan yararlanılmış olsaydı hali alem bu olmayacaktı. Dini ilimler için de aynısını söylemek mümkündür. Siyasilerin baskısı neticesinde verilen fetvalar İslam alemini kan ve göz yaşına boğmuştur. Bu konuda söylenecek çok söz vardır. Ama bu kadarıyla iktifa ediyoruz. Arif olan insanlara bir işaret yeter. Bu tehlikeleri gayb aşina gözüyle gören Resulü Ekrem (s.a.a) dikkatlerimizi gerçek alimlerin kimler olduğuna çekmek için şöyle buyurmuştur: “En kötü alim, yöneticinin kapısında dolanandır, en hayırlı yönetici ise alimin evini ziyaret edendir‘‘
Gelelim asıl konumuza alevilik mi şiiliktir yoksa şiilik mi alevilik ve sünnilik nedir? Olayın tarihi seyrine bakalım. Üçüncü halife Osman bin Affan döneminden itibaren bu iki kavramın çok daha bariz bir şekil aldığını görüyoruz. Osmaniler ve Aleviler. Daha önceden Resulü Ekrem Ali ve Şiası hakkında beyanlarda bulunmuştur. Bu cümleden ‘‘Ali ve taraftarları hakk üzeredirler.‘‘ “Ali nerdeyse hak ordadır. Ali hak ile ve hak Ali iledir.“
Bu anlamda bir çok rivayet hadis kitaplarımızda mevcut bulunmaktadır. Emevilerin ilk yıllarında dahi bu kavramlar yani Osmaniyun ve Aleviyun kavramları kullanılıyordu. Emeviler, İmam Aliyi raşid halifelerden saymıyorlardı. Hariciler ise halifeleri iki olarak sınırlandırmışlardı yani Şeyheyn. Hilafet otuz senedir şeklindeki riavayet doğru olsaydı herkesten ziyade rivayete bağlılıkta ısrar eden hariciler buna istinatta bulunacaklardı. Bu rivayeti de Emevilerin kendi hükümranlıklarını dini olarak da yorumlamak için geliştirmiş oldukları kaderi yaklaşım çerçevesinde uydurdukları bir mevzu hadis olarak görmek lazım. Eğer Hilafet otuz sene ile sınırlandırılmış ise, Hilafet devleti kurmak için hem geçmişte ve hem de bugün gösterilen bunca çaba neden? Raşid halifelerin dörde çıkarılması ve dörtle sınırlandırılması daha sonraki bir düzenlemedir. Nasıl ki hiristiyanlar İncilleri dört ile sınırlandırdılar, bundan etkilenen müslümanlarda hilafeti dört ile ve mezhepleri de dört ile sınırlandırma gibi bir taklide koyuldular. Mezkur hadis, Bu bağlamda varolan ve halifeleri veya imamları on iki ile sınırlayan ve hepsini Kureyş veya Haşimilerden öngören hadisle çelişmektedir. Tabiki Şii hadis kaynaklarında bunların hepsinin Hz. Ali ve Fatima (a.s)‘ın evlatlarından olduğuna tasrih edilmiştir.
Kesinlikle bu rivayetlerden biri doğrudur. Hilafet ile ilgili hadis eğer sahih idiyse. Emeviler niye İmam Aliyi raşid halife saymıyorlardı. Emevi kelamcıları ve muhadisleri de aynı yaklaşımı sergilemişlerdir.Hariciler de hem İmam Aliyi ve hem de Hz.Osmanı halife olarak görmemişlerdir. Hilafetin otuz sene sınırlandırılmasını kabul edersek altından çıkamıyacağımız bir çok fıkhi ve kelami soruyla karşı karşıya kalırız.
Emevilerin iktidarı güçlendikçe Osmaniyun kavramının yerini Emeviyuna terk ettiğini ve Aleviyun kavramının ise olduğu gibi kaldığını ve tüm Ehl-i Beyt taraftarlarının ortak ismi olarak süregeldiğini görüyoruz. Emeviler daha sonraki dönemlerde Aleviyun kelimesinin taşıdığı anlam ve verdiği ilham gücünü kırmak için, kasıtlı olarak Rafidi (rafizı) kelimesini kullandığını görüyoruz. O zaman bu kavrama yüklenen anlam ile günümüzdeki anlam yükü tamamen farklıydı. Aynen Kızılbaşlık kelimesinin taşıdığı anlam yükünde olduğu gibi. Rafıdi otortieyi kabul etmeyen kişi veya akımlara deniliyordu. Emevi ve Abbasi saltanatını meşru görmeyenler de zaten Aleviler idi. Yani Alevi eşittir Rafızi. Bu anlamda mezhep imamları ve bilhassa İmam-ı Azam ve İmam Şafii de rafizidirler. Çünkü otortiteyi meşru görmemişlerdir. Zamanla bu kelimeye, dini kabul etmeyenler anlamı yüklendiyse de bunun ilmiliği veya gerçekliği yoktur. Bu tür kavram ve kelimelerin siaysi iktidarlar ve hatta dini otoriteler tarafından tarihte ve günümüzde çokca manupüle edildiğini görüyoruz.
Bu kavramlardan birisi de Ehl-i Sünnet kavramıdır. Bu kavramın ilk çıkışıyla günümüzde buna yüklenen anlam arasında dağlar kadar fark vardır. Yani İmam Azam Ebu Hanife sünniliğiyle kralların ve sultanların veya hatta günümüzde varolan sünnilik arasındaki farkta olduğu gibi. Ehl-i Sünnet kavramı ilk olarak kelami mekteplere bu cümleden. Mütezile, Eşarilik Cebriye ve Murciye gibi kelami mekteplerden uzak duran ve hadislerle yetinip akli ve felsefi yaklaşım ve yorumlardan uzak duranlara Ehl-i Sünnet veya Ehl-i hadis deniliyordu. Daha sonraları Muaviye 660 senesinde saltanatını kurunca o seneyi cemaat yılı olarak ilan etti. Kendisini sünnet ehl-i görenlerin çoğu cemaat sloganıyla birleşince Ehli Sünnet vel cemaat oluştu. Bu anlamda İmam Azam bir Ehl-i Sünnet değildi. Akılcı ve rasyonel bir kimseydi. Çok az hadise istinat ettiği bilinen ilmi bir gerçek.
Mezhep imamları bildikleri doğrulardan taviz vermediler, dayak yediler, idamla yargılandılar, cezaevlerinde şehit edildiler ama zalim sultalara ve yönetimlere boyun eğmediler. Hiç bir mezhep imamı Ehl-i Beyte karşı bir alternatif çizgi geliştirmemiştir. İmam Azamdan biat talep edildiğinde, ben Beni Hasanla biat etmişim o biatı doğru buluyorum. Abbasi yönetimini meşru görmediği için onlara kadılık yapmaktan kaçınıyor ve İmam Zeydin başlatmış olduğu kıyamı ise maddi ve manevi olarak destekliyor. İmam Şafii için de durum bundan ibarettir. Rafizilikle suçlanıyor ve mahkemede şu meşhur cümlesini beyan ediyor: ‘‘ Eğer Ehl-i Beyti sevmek rafizilik ise ins ve cin şahit olsun ki ben Rafızıyim.‘‘Kendi şiir divanına bakınız. ‘‘ Ben dinde ve nesebte şiiyim diyor‘‘ Bu durum İmam Malik ve Ahmed bin Hanbel için de geçerlidir. İmam Musa Kazım (a.s) Harun Reşit tarafından şehit edildiğinde, Harun Ahmed İbn-i Hanbelden İmamın tabii ölümüyle öldüğüne dair bir beyanda bulunmasını isteyince, Ahmed ibni hanbel Allah’a yemin ederim ki güneşi sağ elime ve ayı da son elim verseniz yin de İmam Musa Kazımın tabii ölümle öldüğünü söylemiyeceğim. Bu imamların hepsi, peygamberliğin şekillendiği, meleklerin inip çıktığı evde büyüyen ve ilim kaynağı olan Ehl-i Beyt imamlarından kesbi ilim ve marifet etmişlerdir. Bu büyük zevat güçleri nisbetinde İslama hizmet etmişlerdir. Ehl-i Beyti resulullahı bırakıp Emevi veya Abbasi sultanlarının yanında yer almamışlardır. İslam böylesi evlatlara sahip olmaktan dolayı iftihar eder.
Bir başka ifadeyle Muhammedi sünnete ittiba anlamında Sunnilik ile Emevi, Abbasi ve diğer saltanatların uygulamalarına meşruiyet kazandıran ve alet edilen sunnilik arasında yerden göğe fark vardır. Bu durum Ehl-i Beytin sünneti nebeviyeyi ayakta tutmak ve asil İslamı ihya etmek için verdiği mücadele çüzgisinde yer alanlarla, tarih sürecinde ve günümüzde bir çok zamanlar padişahlar veya İslam dışı ideolojiler tarafından manupüle ve ters yüz edilen Alevilik için de geçerlidir. Alevilik, Allah Resulünün pak ve temiz olan mirasını muhafaza etmek ve ümmetinde meydana gelen bozulmayı ıslah etmek için Ehl-i Beyt imamlarının öncülüğünde verilen mucadeledir. Alevilik, İslam‘ın zulme ve siteme karşı koymayı esas edinen ve zilletle yaşamaktansa izzetle ölmeyi tercih eden yorumudur. Allah’a kulluğu esas alan ve Peygamberin “Ben ve Ali Kur’anın tefsiriyiz“ Bu yaklaşımdan hareketle Peygamberi ve a Aliyi örnek edinen akıma Alevilik denir. Biz Alinin irfanını alıyoruz. Sevgisini alıyoruz ama fıkhından uzak duruyoruz şeklindeki yaklaşımların tarihi ve ilmi olarak Alevilikle bir irtibatı olamaz. Bu anlamda, yani peygamberi ve Ehl-i Beytini ve Ehl-i Beyt kanalıyla gelen sünnete ve uygulamaya ters olmayan ashabın uygulamasını ve naklini kabul ve yaşatma anlamında Şiilik te, Sunnilik te, Alevilik te aynı musemmanın farklı isimleridir.
Alevilerin farklı kolları olmuştur. Bu cümleden Fatimiler. Bunlar kuzey afrikada 11.ve 12 yüzyıllarda Fatımi devletini kurup bu bölgede İslama çok büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Ezher üniversitesini kuran Fatımilerdir. İlk olarak islam dünyasında düzenli okul sistemini uygulamaya koyanlar da Fatimilerdir. Hiç bir hanedan kuzey Afrikada Fatimiler kadar ilme ve eğitime hizmet etmemiştir. Maalesef son dönemlerinde bazı sapmalar olmuştur. Alevilerin bir kolu da Zeydilerdir. Zeydiler başta yemen olmak üzere Hint yarımadası ve diğer bazı bölgelerde İslama hizmet etmişlerdir. Alevi-Bektaşi kolunun ise Anadoluda ve Balkanlarda İslamın yayılmasında çok büyük katkıları olmuştur. Osmanlının ilk döneminde saraya ve devlete hakim olan öğreti Alevi-Bektaşi öğretisi olmuştur. Hemen hemen kız çocuğu olan her Osmanlı padişahının kızlarından birinin adı Fatima olmuştur.
Çaldıran savaşına kadar Anadoluda Alevi tabaa yüzde ellinin üstündedir. İki şahın krallık ihtirasları için mezhepleri kullanması sebebiyle İslam genel anlamıyla ve Alevilik ise özel anlamıyla büyük yaralar almış ve İslam aleminde gerileme dönemi başlamıştır. Safeviler Orta Asyadan ve Kafkasyadan geri çekilip sahayı Ruslara terk etmek ve Osmanlılar ise Balkanlardan ve daha sonraları ise Kuzey Afrikadan geri çeklip sahayı Avrupalılara terk etmek zorunda kalmışlardır.
Çaldırandan sonra, Murşitlerini ve din alimlerini büyük ölçüde kaybeden ve ilmi ile ibadi merkezler ile kurum ve kuruluşlardan yoksun bırakılan ve aynı zamanda envai aksam mezalimlere maruz kalan Alevi camiası fıkhi ve ameli olarak, İmamların öğretilerinden uzaklaşmıştır. Canlı kalan Ehl-i Beyte olan sevgi ve ahlaki ve sosyal bir takım öğretiler ile Kerbela hadisesidir. Alevi toplumunun Kerbela şehitlerine olan sevgisi yüreklerin derinliklerinden gelen takdire şayan kutsi bir sevgidir. Bu sevginin nedeni ve niçini anlaşılmış ve sevilenlerin niçin kurban edildiği derkedilmiş ve şehitler serveri Ebu Abdullah İmam Huseyin Hazretlerinin çıkış ve kıyamının asıl amacı kavranmış olsa bu sevgi şiirden, şuura ve söylemden eyleme dönüşmüş ve bu sevgiyi besleyenleri gerçek anlamda ihya etmiş, dünya ve ahiret saadeti ve kurtuluşuna eriştirmiş olacaktır.
Televizyonlarda Aleviler ile Şiileri fıkhı esas alarak birbirinden ayırmaya kalkışan sözde Profesörler ya bunu kasıtlı ve birilerinin hesabına yapıyorlar veya haberdar değillerdir. Anadolu Aleviliğinde fıkıh yoktur ve Şiilik ile Caferilik fıkıh ekseninde şekillenmiştir şeklindeki iddia ve yaklaşımlar ilmilikten yoksundur. Hacı Bektaşı Velinin makalatı fıkıh ile başlamaktadır. Alevilikte fıkıh yoktur demek: Alevilikte ibadet kuralları, helal haram vacip, mustehap ve mekruh gibi olgular yoktur. Buna diğer dini ritueller ve vecibeleri de eklemek mümkündür. Bu büyük bir iftiradır. Alevilerin fıkhi bilgiden yoksun bırakılmış olmaları. Anadolu Aleviliğinde fıkıh yoktur şeklinde gösterilmesi makul ve makbul bir yaklaşım değildir. Öte yandan Türkiye dışındaki Alevilik ve Caferiliği sadece fıkıhtan ibaret bilmekte bilgisizliğin alametidir. Çünkü Ehl-i Beyt mektebinin her büyük alimi ve mercisi aynı zamanda bir ariftir. Genel anlamda Ehl-i Beyt mektebinde itikat, şeriat, hakikat, tarikat ve maarifet birlikteliği vardır. Bu hakikatleri Allah’ın Kitabından, Peygamberin Sünnetinden Ehl-i Beyt ile ashabın uygulamasından öğrenen ve Ehl-i Beyt sevgisiyle yoğrulan herkes müslümandır, şiidir, alevidir ve ihyayı sünnet eden Muhammedi sunnidir. Bizim mısyonumuz birleştirmek olmalı ayırmak değil. Peygamber efendimiz buyuruyor. “Aramızda tefrika oluşturan bizden değildir.‘‘